Özet

Mülkiyet hakkı, Anayasa ve kanunlar ile koruma altına alınan en önemli haklardandır. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nda ise “İptal Davası” başlığı altında mülkiyet hakkına, alacaklılar yönünden bir istisna getirilmiştir.

İşbu çalışmamız, önce mülkiyet hakkının Anayasa ve çeşitli kanunlardaki durumu izah edilecek, daha sonra iptal davalarına bakan yönü incelenecek ve en sonunda görüşlerimiz ifade edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Mülkiyet hakkı, tasarrufun iptali, alacak hakkı, sözleşme özgürlüğü

1. Giriş

Mülkiyet hakkı, her gerçek ve tüzel kişinin sahip olabildiği bir mutlak haktır. Mülkiyet hakkı, 1982 sayılı Anayasası’nda 35. maddesinde “Kişinin Hak ve Ödevleri” başlığı altında düzenlenmiştir. Mülkiyet hakkı, sahibine hak üzerinde kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma hakkı tanımaktadır.
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 277. Ve devamı maddelerinde “İptal Davası” başlığı altında uygulamadaki ismi ile “Tasarrufun İptali Davası” düzenlenmiştir. Bu dava kapsamında, aciz halinde bulunan borçludan mal veya alacak hakkı iktisap eden üçüncü kişilerin mülkiyet haklarının alacaklılar yönünden iptali hüküm altına alınmıştır.

Borçlunun yapmış olduğu tasarrufun bu maddeler kapsamında kalması halinde, alacaklının devir konusu mal veya alacaktan alacağını tahsil etme imkânı tanınmaktadır.

Bu çalışmamızda, mülkiyet hakkı ve borçlunun yapmış olduğu tasarrufların iptale tabi olması halinde üçüncü kişilerin mülkiyet haklarına saldırı durumu açısından inceleme yapılmıştır.

2. Mülkiyet Hakkı

2.1. Mülkiyet Hakkı Tanımı

Hak; hukuken korunan menfaat, kişilere tanınan yetki davranış özgürlüğü gibi anlamlarına gelmektedir . Mülkiyet, kişinin bir eşya veya alacak üzerinde hakimiyetini ifade etmektedir.

Mülkiyet hakkı, bütün gerçek ve tüzel kişilerin sahip olduğu ve olması gerektiği en ana haklardandır. Mülkiyet hakkı, insanlık tarihi kadar eski bir haktır ve varlığı tartışılmazdır. Bu kapsamda, bütün ülkelerin Anayasalarında ve diğer kanunlarında mülkiyet hakkına ilişkin hükümler bulunmaktadır. Mülkiyet hakkı, Anayasa’nın 35. maddesinde “Kişinin Hak ve Ödevleri” olarak temel bir hak şeklinde düzenlenmiştir. Anayasa’nın 35. maddesi şöyledir: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”

Maddenin başlangıcının, “herkes” kelimesi ile başlamasının sebebi, bütün gerçek ve tüzel kişileri ifade etmesinden kaynaklanmaktadır . Gerçek kişilerin fiil ehliyetine sahip olup olmamaları; tüzel kişilerin dernek olmaları veya sermaye şirketi olmaları; gerçek ve tüzel kişilerin yabancı olmaları gibi farklılıklar mülkiyet hakkına sahip olmalarına engel teşkil etmemektedir.

Anayasa’nın anılan maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı, ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı hakkını kapsamaktadır. Menkul ve gayrimenkul malların mülkiyet hakkının kapsamına dâhil olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır.

Mülkiyet hakkı; kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, semerelerinden yararlanma ve tasarruf etme olanağı veren bir haktır. Bu bağlamda malikin mülkünü kullanma, semerelerinden yararlanma ve mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması veya mülkünden yoksun bırakılması mülkiyet hakkına müdahale teşkil eder.

2.2. Mülkiyet Hakkının Konusu ve Kapsamı

Mülkiyet hakkının kapsamı, başta Anayasa olmak üzere Türk Medeni Kanunu ve diğer ilgili kanunlarda gösterilmektedir.

Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesinde belirtildiği üzere mülkiyet hakkı, malikine kullanma, yararlanma, tasarrufta bulunma hak ve yetkilerini tanımaktadır.

Hangi tür eşya, hak ve alacak üzerinde malik sıfatının kazanılacağı hususu, mülkiyet hakkının konusunu oluşturmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca kabul edilen iki ana mülkiyet hakkı bulunmaktadır. Bunlar; menkul mal mülkiyeti ve gayrimenkul mal mülkiyetidir. Ancak, gelişen toplumlar ve gelişen teknoloji sayesinde yeni mülkiyet hakları meydana gelmiştir.

Sınai Mülkiyet Kanununda geçen marka hakkı, patent hakkı, endüstriyel tasarım hakkı gibi sınai mülkiyet hakları; Fikir ve Sanat Eserleri Kanununda geçen eser üzerindeki mali ve manevi haklar; internet alan adları; şirket payları; ruhsatlar/lisanslar; alacak hakları; kripto paralar; sanal dünyalarda sahip olunan haklar; miras hakkı da mülkiyet hakkına konu olmaktadırlar.

AİHM ve Anayasa Mahkemesine göre, iktisadi değeri olan her türlü mal, hak ve alacak mülkiyet hakkına konu olabilmektedir. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte, mülkiyet hakkına konu olabilecek yeni şeyler de olabilecektir.

2.3. Alacak Hakkının Mülkiyet Hakkı Olması

Alacak hakları, kişinin başkasında bulunan iktisadi bir alacağını talep etme hakkını ifade etmektedir. Alacak hakkı, Anayasa’nın birçok kararında belirtildiği üzere, alacak hakları da Anayasa’nın 35. maddesine göre mülkiyet hakkının kapsamındadır.

Bir alacağın mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilebilmesi için mahkeme hükmüne dayanması şart olmayıp belirli, kesin ve icra edilebilir mahiyette olması gerekli ve yeterlidir . Alacak haklarının, mülkiyet hakkı güvencesinden yararlanabilmesi için alacak hakkının alacaklının malvarlığında mevcut olması veya mevcut olacağı yönünde talep hakkının bulunması gerekmektedir. Örneğin; kambiyo senedine bağlanmış alacak hakkı mevcut bir alacak iken şarta bağlı bir alacak hakkı da alacağı talep etme hakkını doğurur.

Alacak hakkının mülkiyet hakkı açısından mevcut olup olmadığı veya korumaya değer bir meşru beklenti olup olmadığı bakımından mutlaka hukuki bir dayanak gerektirmektedir. Bu hukuki dayanak bir özel hukuk sözleşmesi olabileceği gibi haksız fiilden de kaynaklanabilir.

2.4. Sözleşme Özgürlüğü

Sözleşme özgürlüğü, sözleşmenin kurulması ve koşullarının belirlenmesinde kişilerin özgür iradeleriyle karar verebilme serbestisini ifade eder . Sözleşme özgürlüğü, Anayasa’nın 48. maddesinde; “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir.” şeklinde belirtilmiş olup, Borçlar Kanunu’nun 26. maddesinde ise “Taraflar, bir sözleşmenin içeriğini kanunda öngörülen sınırlar içinde özgürce belirleyebilirler.” hükmü getirilmiştir.

Sözleşme özgürlüğü devletin, kişilerin istedikleri hukuki sonuçlara ulaşmalarını sağlaması ve bu bağlamda kişilerin belirli hukuki sonuçlara yönelen iradelerini geçerli olarak tanıması, onların iradelerinin yöneldiği hukuki sonuçların doğacağını ilke olarak benimsemesi ve koruması anlamına gelmektedir. Sözleşme özgürlüğü uyarınca kişiler, hukuksal ilişkilerini özgür iradeleriyle ve sözleşmelerle düzenlemekte serbesttir. Anayasa’nın anılan maddesinde koruma altına alınan sözleşme özgürlüğü, sözleşme yapma serbestisinin yanı sıra yapılan sözleşmelere dışarıdan müdahale yasağını da içerir.

Anayasa’nın 13. maddesi hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir kural olarak benimsemiştir. Bu çerçevede sözleşme özgürlüğüne yapılan sınırlamalarda dikkate alınacak öncelikli ölçüt, sınırlamanın kanunla yapılmasıdır. Ancak Anayasa Mahkemesinin sıkça vurguladığı gibi temel hakları sınırlayan kanunun şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfiliğe izin vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması gerekir . Borçlar Kanunu’nda da “kanunda öngörülen sınırlar içinde” şartı getirilerek sözleşmelerin kanuni sınırlamalar içerisinde yapılmasını şart koşmaktadır.
Sözleşme özgürlüğünün en önemli kısmı, sözleşme yapıp yapmama özgürlüğüdür. Kişiler, başkaları ile sözleşme yapmaya zorlanamamaktadır.

Sözleşme özgürlüğünün diğer bir ilkesi ise, sözleşme taraflarının sözleşme şartlarını diledikleri gibi belirlemeleri özgürlüğüdür. Sözleşme özgürlüğü ilkesi iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde edim ve karşı edimi serbestçe tayin edebilme özgürlüğünü de kapsar . Borçlar Kanunu gereğince sözleşmenin tarafları, kanun ve diğer mevzuatlara ve ahlaka aykırı sözleşme yapamazlar.

Borçlar Kanunu’nun 12. maddesinde belirtildiği üzere; “Sözleşmelerin geçerliliği, kanunda aksi öngörülmedikçe, hiçbir şekle bağlı değildir. Kanunda sözleşmeler için öngörülen şekil, kural olarak geçerlilik şeklidir. Öngörülen şekle uyulmaksızın kurulan sözleşmeler hüküm doğurmaz.”. Taraflar arasında yapılacak sözleşmelerin kanuni sınırlamalara uygun yapılması gerekmektedir. Aksi takdirde çoğu durumda sözleşme geçersiz olmaktadır. Örneğin; taşınmaz satış işleminin tapu sicil müdürlüğünde yapılacak resmi yazılı satış sözleşmesi ile satılabilmektedir, otomobiller noter kanalı ile yapılan resmi yazılı satış sözleşmesi ile satılabilmektedir. Özellikle belirli bir sicile kayıtlı olan mallar, sicilin öngördüğü şekilde sözleşeme yapılmasına olanak vermektedir.

Sözleşme özgürlüğünün bir diğer önemli ilkesi ise, tarafların karşılıklı anlaşmasıyla diledikleri şekilde sözleşmeyi sona erdirebilme özgürlüğüdür.

2.5. Mülkiyet Hakkının Sınırları

Anayasa’nın 35. maddesinde: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” Hükmü bulunmaktadır. Maddenin ikinci fıkrasında, mülkiyet hakkının hangi durumlarda sınırlanacağı belirtilmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı, sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş, bu hakkın kamu yararı amacıyla ve ancak kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür. Kamu yararı kavramı, devlet organlarının takdir yetkisini de beraberinde getiren bir kavram olup objektif bir tanıma elverişli olmayan bu ölçütün her somut olay temelinde ayrıca değerlendirilmesi gerekir. Mülkiyet hakkına müdahalede bulunulurken temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen Anayasa’nın 13. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir .

Anayasa’nın 13. Maddesinde; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı, Anayasa’da öngörülen nedenlere bağlı olarak demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaksızın ancak kanunla sınırlanabilir. Bu bakımdan mülkiyet hakkına getirilen sınırlamalar hakkın özüne dokunamayacağı gibi Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Mülkiyet hakkına getirilen sınırlamanın ancak kanunla olma zorunluluğu getirilmesindeki amaç, yöneticilerin keyfi uygulamalarına engel olmak istemesinden kaynaklanmaktadır.

Mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin kamu yararı amacına dönük olması yeterli olmayıp ayrıca ölçülü olması, malike aşırı ve orantısız bir külfet yüklememesi gerekir.

Mülkiyet hakkını sınırlandıran bir tedbirin uygulanmasının ölçülü olabilmesi için gerek kapsamı gerekse de süresi itibarıyla orantılı olarak uygulanması gerekir. Bireylerin mülkiyet haklarıyla ilgili olarak bu ve benzeri tedbirlerin uygulanmasının zarara yol açması kaçınılmazdır. Ancak bu zararın kaçınılmaz olandan ağır veya aşırı sonuçlara da yol açmaması veya böyle bir zararın oluşması durumunda kamu makamlarınca uygun yöntem ve vasıtalarla makul sürede gideriminin sağlanması gerekmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden tedbirler uygulanması ve bu tedbirlerin belirli bir süre de devam etmesi ancak bireye şahsi olarak aşırı bir külfet yüklemediği takdirde ölçülü görülebilir. Diğer bir deyişle mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden tedbirlerin söz konusu olduğu durumlarda tedbiri uygulayan kamu makamlarının ivedi olarak ve özenli bir biçimde davranma yükümlülükleri bulunmaktadır. Aksi halde yani tedbirin makul olmayan bir süre devam etmesi, mülkiyet hakkının tanındığı yetkilerin kullanılmasının belirsiz olacak şekilde ötelenmesi suretiyle mülk sahibine orantısız bir külfet yüklemiş olur.

Anayasa’nın 35. maddesinin son fıkrasında, mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamayacağı kurala bağlanmak suretiyle devletin mülkiyetin kullanımını düzenlemesine imkân sağlanmıştır. Zira mülkiyet hakkının kullanımının toplum yararına aykırı olamaması, devletin mülkiyetin kullanımını toplum yararına uygun olarak düzenleyebilmesini gerekli kılmaktadır. Bu durumda da devletin mülkiyetin kullanımını düzenleme yetkisine sahip olduğunun kabulü zorunludur . Maliklere yönelik getirilen bu kural, mülkiyet haklarını kullanmaları durumunda toplum yararına aykırı hareket etmemeleri yönünde emredici bir düzenlemedir.

2.6. Mülkiyet Hakkı ve Sözleşme Özgürlüğü Kapsamında Borçlunun Tasarrufta Bulunması

Borçlunun mallarının haczedilmesinden, aciz hâline düşmesinden veya iflasına karar verilmesinden önceki süreçte mal varlığı üzerindeki tasarruf yetkisi kısıtlanmamıştır. Borçlunun bu süreçte mal varlığı üzerinde istediği şekilde tasarrufta bulunma hak ve yetkisi Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının bir gereğidir. Mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü kapsamında, borçlu tarafından mülkiyetinde bulunan malvarlığı, ivazlı veya ivazsız olarak dilediği üçüncü kişilere yönelik tasarrufta bulunabilmektedir.

3. Tasarrufun İptali Davası

3.1. Genel Olarak

İcra ve İflas Kanun’un 277. ve devamı maddeleri kapsamında düzenlenen “Tasarrufun İptali Davası”, borçlunun hacizden, acizden veya iflastan önce yapacağı birtakım şüpheli tasarrufların iptal edileceğine ilişkin düzenlemeleri içermektedir. Bu davanın amacı, borçluların henüz tasarruf yetkilerinin kısıtlanmamış olduğu dönemde, alacaklılarından malvarlıklarını kaçırmak amacı ile kötüniyetle yaptıkları tasarrufların alacaklılar yönünden geçersiz sayarak, alacaklıların bu malvarlığı üzerinden alacaklarına kavuşmasına imkân tanımaktadır İptal davası, sonucu itibarıyla borçlu tarafından gerçekleştirilen tasarruf işleminin geçerliliğini etkilememekte; borçlunun gerçekleştirdiği tasarruf işlemi geçerli kalmaya devam etmektedir. Ancak iptal davası lehine sonuçlanan alacaklı, tasarruf konusu malı haczettirerek satış bedelinden alacağını alma hak ve yetkisine sahip olduğundan tasarruf işleminin karşı tarafını oluşturan üçüncü kişi cebri icra işlemlerine katlanma yükümlülüğü altına girmektedir.

Tasarrufun iptali davasının borçlunun gerçekleştirdiği tasarruf işleminin geçerliliğine bir etkisi bulunmasa da iptale konu tasarruf işleminin karşı tarafını oluşturan üçüncü kişi (malik), iptal davası sebebiyle mal varlığında meydana gelen azalmayı borçludan geri isteyebilmektedir. Ancak uygulamada bu pek de mümkün olmamaktadır. Tasarrufun iptali davası şartlarından birisi de borçlu adına aciz vesikası alınmasıdır. Yani borçlu adına, icra takibi borcunu karşılamaya yetecek malvarlığının olmadığını resmî belge ile ispat ettikten sonra bu davada karar verilmektedir. Böyle bir durumda da malik olan üçüncü kişinin malvarlığında meydana gelen zararı borçludan tahsil etme imkânı fiilen bulunmamaktadır.

Buradaki tasarruf kavramını, borçlunun mal varlığını azaltıcı veya mal varlığının artışını önleyici nitelikte bulunan her türlü hukukî işlemleri ve fiilleri içerir şekilde kabul etmek gerekmektedir. Örneğin borçlunun haksız bir icra takibine ve ödeme emrine itiraz etmemesi, takibe konu borcu kabul etmesi, zamanaşımı def’inde bulunmaması, hiçbir kanıta dayanmayan haksız bir davayı kabul etmesi, haklı bir davadan feragati, yeminden çekinmesi, kanun yoluna başvurmaktan kaçınması hukukî bir işlem olmamasına karşın hukukî bir fiil kabul edilerek iptal davasına konu edilebilir.

Hukuk Genel Kurulunun 23.10.2013 tarihli ve 2013/17-224 E., 2013/1478 K.; 30.03.2016 tarihli ve 2014/17-843 E., 2016/433 K.; 15.11.2017 tarihli ve 2017/17-2361 E., 2017/1371 K. sayılı kararlarında da belirtildiği gibi davacının gerçek bir alacağının olması, borçlu hakkında kesinleşmiş bir icra takibinin bulunması ve iptal konusu tasarrufun borcun doğumundan sonra yapılmış olmasıdır.

3.2. İİK m.278 gereğince İvazsız Tasarrufların İptali

İvazsız tasarrufların iptaline ilişkin hüküm, kanunun 278. Maddesinde düzenlenmiştir. Maddenin ilk fıkrasında, mutat hediyeler hariç olmak üzere borçlu tarafından yapılan bütün bağışlamaların ve ivazsız tasarrufların batıl olduğu kabul edilmiştir.

Maddenin üçüncü fıkrasında ise iptal davası yönünden borçlunun neseben üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısımları ile yaptığı ivazlı tasarrufların bağışlama gibi kabul edileceği düzenlenmiştir. Bağışlama olarak kabul edilen bu tasarruflar 2004 sayılı Kanun’un 278. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında belirtildiği şekilde haciz, aciz veya iflas hâlinde, haczin veya aciz vesikası verilmesinin sebebi olan veya iflas masasına kabul olunan alacaklardan en eskisinin tesis edilmiş olduğu tarihe kadar geriye doğru olan süreçte ve haciz, aciz veya iflastan önceki iki sene içinde yapılmış olması hâlinde iptal edilebilecektir.

Bağışlama olarak kabul edilen ivazlı tasarrufların iptal edilebilmesi ayrıca belli şartların varlığına bağlanmıştır. Bu bakımdan başlatılan icra takibinin kesinleştirilmiş olması ile alacağın kısmen veya tamamen alınamaması durumunda iptal davası açılabilecek ve ancak alacaklının alacağının doğumundan sonra borçlu tarafından gerçekleştirilen tasarruf işlemleri iptal konusu olabilecektir. İptal edilebilecek tasarruflar süre yönünden de ayrıca sınırlandırılmış olup ancak hacizden, aciz hâlinden veya iflasın açılması tarihinden başlayarak geriye doğru son iki yıllık süreçte gerçekleştirilen tasarruflar iptal edilebilecek ve iptal davası ancak iptale tabi tasarrufun yapıldığı tarihten itibaren beş yıllık hak düşürücü süre içinde açılabilecektir. Tüm bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden itiraz konusu kural sebebiyle iptal davası açılabilmesinin belli şartların gerçekleşmesine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.

Kanun maddesinde bağışlama olarak sayılan tasarruflar şunlardır:

  • Karı ve koca ile usul ve füru, sıhren üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) hısımlar, evlat edinenle evlatlık arasında yapılan ivazlı tasarruflar,
  • Akdin yapıldığı sırada, kendi verdiği şeyin değerine göre borçlunun ivaz olarak pek aşağı bir fiyat kabul ettiği akitler,
  • Borçlunun kendisine yahut üçüncü bir şahıs menfaatine kaydı hayat şartıyla irat ve intifa hakkı tesis ettiği akitler ve ölünceye kadar bakma akitleri,

3.3. İİK m.279 gereğince Acizden Dolayı Butlan

Kanunun 279. Maddesinde, aciz halinde olan borçlunun yapmış olduğu tasarrufların iptali şartları düzenlenmiştir. Madde metninde, borcunu ödemeyen borçlunun aciz halinde olması halinde acze düşmeden önce son bir sene içerisinde yapmış olduğu dört tasarruf işlemini iptale tabi tutmuştur. Bu madde kapsamında, borçlu tarafından yapılan tasarruf işleminde borçlunun alacaklılarından mal kaçırma niyetinin olup olmamasının hiçbir önemi bulunmamaktadır. Maddede belirtilen şartların gerçekleşmesi halinde Davacı olan alacaklı lehine, borçlu tarafından yapılan tasarruf iptal edilecektir.

Kanun maddesinin son fıkrasında, mülkiyet hakkı sahibi olan davalı üçüncü kişi lehine de bir savunma şartı getirilmiştir. Mülkiyet hakkı sahibi olan üçüncü kişi tarafından, borçlunun borca batık ve aciz halinde olduğunu bilmediğini ve bilebilecek bir durumunun da olmadığını ispat ederse tasarruf iptal edilemez.

Kanun maddesinde belirtilen tasarruflar şunlardır:

  • Borçlunun teminat göstermeyi evvelce taahhüt etmiş olduğu haller müstesna olmak üzere borçlu tarafından mevcut bir borcu temin için yapılan rehinler;
  • Para veya mutat ödeme vasıtalarından gayrı bir suretle yapılan ödemeler;
  • Vadesi gelmemiş borç için yapılan ödemeler.
  • Kişisel hakların kuvvetlendirilmesi için tapuya verilen şerhler.

3.4. İİK m.280 gereğince Alacaklılara Zarar Verme Katından Dolayı İptal

Malvarlığı, borçlarına yetmeyen borçluların, alacaklılarına zarar verme kastıyla yapmış oldukları bütün tasarruf işlemlerinin iptale tabi olabileceği belirtilmiştir.

Kanunun 280. Maddesinde, tasarrufun iptali davaları için genel bir hüküm getirmiş olup 278 ve 279 maddelerinin uygulanamadığı bazı olaylarda 280. Maddesine dayanılarak tasarrufun iptali talep edilmektedir. İİK m.280 hükmünün genel iptal sebebi olması, alacaklıların kanunda öngörülen diğer iptal sebeplerine başvurma hakkını bertaraf etmez . Bu hüküm, borçlunun alacaklılara zarar verme kastıyla yaptığı bütün tasarruflara karşı iptal davasının yolunu açarak bu davanın uygulama alanını genişletmiştir.

Kanun maddesinde getirilen bir karinede, üçüncü şahsın, borçlunun karı veya kocası, usul veya füruu ile üçüncü dereceye kadar (bu derece dahil) kan ve sıhri hısımları, evlat edineni veya evlatlığı ise borçlunun aciz halinde olduğunu ve alacaklılarından mal kaçırmak amacı ile hareket ettiklerini bildiğini kabul etmiştir. Bu karinenin aksinin ispatı için 279. Maddesinin son fıkrasına atıf yapılmış olsa da uygulamada bu durum pek de mümkün olmamaktadır.

Maddenin son fıkrasında getirilen diğer bir karine ise, ticari işletmenin veya işyerindeki mevcut ticari emtianın tamamını veya mühim bir kısmını devir veya satın alan yahut bir kısmını iktisapla beraber işyerini sonradan işgal eden şahsın, borçlunun alacaklılarını ızrar kastını bildiği ve borçlunun da bu hallerde ızrar kastiyle hareket ettiği kabul olunur. Bu karine, ancak iptal davasını açan alacaklıya devir, satış veya terk tarihinden en az üç ay evvel keyfiyetin yazılı olarak bildirildiğini veya ticari işletmenin bulunduğu yerde görülebilir levhaları asmakla beraber Ticaret Sicili Gazetesiyle; bu mümkün olmadığı takdirde bütün alacaklıların ıttılaını temin edecek şekilde münasip vasıtalarla ilan olunduğunu ispatla çürütülebilir.

Bu madde kapsamında, diğer maddelerden farklı olarak 5 yıllık bir zamanaşımı süresi öngörülmüştür.

4. Tasarrufun İptali Davalarının Mülkiyet Hakkını İhlali

4.1. Genel Olarak

Tasarrufun iptali davalarında; bir tarafta alacaklının mülkiyet hakkı kapsamında bulunan bir alacak, diğer tarafta ise alacaklının bu alacağa kavuşması için, borçlunun haczedilerek satılması öngörülen, mülkiyet hakkı kapsamındaki mal varlığı bulunmaktadır.

Borçlunun henüz mal varlığı üzerindeki tasarruf yetkisinin hukuken kısıtlanmadığı bir dönemde gerçekleştirmiş olduğu tasarruf işlemlerine daha sonra malen veya nakden sorumluluğunu doğuracak şekilde sonuç bağlayan ve tasarrufta bulunulan üçüncü kişiye cebri icra işlemlerine katlanma yükümlülüğü getiren itiraz konusu kural, borçlu ve tasarrufta bulunulan üçüncü kişinin mülkiyet hakkına müdahale teşkil etmektedir.

Borçlunun aciz ya da iflasından önce yaptığı iptale tabi tasarrufları, üç grup altında ve İİK’nun 278, 279 ve 280. Maddelerinde düzenlenmiştir. Ancak, bu maddelerde iptal edilebilecek bütün tasarruflar, sınırlı olarak sayılmış değildir. Kanun, iptale tabi bazı tasarruflar için genel bir tanımlama yaparak hangi tasarrufların iptale tabi olduğu hususunun tayinini hâkimin takdirine bırakmıştır. Davacı tarafından İİK’nun 278, 279 ve 280. Maddelerden birine dayanılmış olsa dahi, mahkeme bununla bağlı olmayıp diğer maddelerden birine göre iptal kararı verebilir. Genel olarak denilebilir ki, borçlunun iptal edilebilecek tasarrufları, alacaklılarından mal kaçırılmasına yönelik olarak yapılan ivazsız veya aciz halinde yapılan tasarruflar ile alacaklılarına zarar verme kastıyla yapılan tasarruflardır.

4.2. Davaya Konu Eşya Üzerine İhtiyati Haciz Konulması

Tasarrufun iptali davası açılırken, büyük çoğunlukla Davacı tarafından, dava konusu eşya üzerine ihtiyati haciz konulması talep edilmekte; yerel mahkeme tarafından da takdir edilen teminat mukabilinde ihtiyati haciz kararı verilmektedir. Bu ihtiyati haciz, yerel mahkeme kararının kesinleşmesine kadar devam etmektedir. Dava konusu eşya üzerine ihtiyati haczin konulmasının amacı, yargılama aşamasında malik olan üçüncü kişinin mülkiyet hakkını sona erdiren işlem yapması halinde bile, davacı olan alacaklı lehine karar verilmesi halinde dava konusu eşyayı icra marifetiyle paraya çevirerek alacağına kavuşmasını sağlamaktır.

Yargıtay içtihadında, ihtiyati haciz özetle alacaklının para alacağının zamanında ödenmesini teminat altına almak için borçlunun malları üzerindeki tasarruf yetkisinin bir mahkeme kararma dayalı olarak icra müdürlüğünce geçici olarak kısıtlanması olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar, ihtiyati haczin geçici bir hukuki koruma tedbiri olduğu ifade edilmekte ise de uzun süren yargılamalar neticesinde “geçici” olması sınırı aşılmış olmaktadır.

Davaya konu olan eşya üzerine ve bu eşya büyük çoğunlukla taşınmaz olması nedeni ile taşınmazın tapu kaydına ihtiyati haciz şerhi konulması ile birlikte, malikin mülkiyetinde bulunduğu eşya üzerinde tasarrufta bulunma hakkı kısıtlanmış olmaktadır. Örneğin; ihtiyati haciz şerhi işletilen taşınmaz teminat gösterilerek banka kredisi çekilememekte, bu taşınmazın satışı yapılamamakta, cebri satış riski olduğundan dolayı kiraya verilememekte ve taşınmazın değerine de olumsuz olarak etki etmektedir.

Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bir başvuruda, başvurucunun taşınmazına 10/07/2008 tarihinde ihtiyati haciz konulmuş olup 10 yıl 3 ay süre geçmiş olduğu halde dava kesinleşmediğinden taşınmaz üzerindeki ihtiyati haciz şerhinin devam ettiği belirtilmiştir.

Emsal başka bir dosyada, 14/06/2006 tarihinde açılan tasarrufun iptali davasında, davaya konu marka üzerine ihtiyati haciz konulmuştur. 2022 yılına girmiş olduğumuz halde, açılan tasarrufun iptali davası kesinleşmemiş olup dava konusu marka üzerinde ihtiyati haciz şerhi devam etmektedir. Bu olayda, markaya konulan ihtiyati haciz nedeni ile tescilli marka sahibinin mülkiyet hakkı kısıtlanmış olmaktadır.

Yargılamaların uzun sürmesi nedeni ile konulan ihtiyati hacizden dolayı mülkiyet hakkı sahiplerinin zararlarını tazmin edebilecekleri bir hukuki yol bulunmamaktadır. Bu durumlarda, maliklerin mülkiyet haklarının ihlal edildiği ve bu ihlal neticesinde zararlarının meydana geldiği kaçınılmazdır.

Anayasa mahkemesi de vermiş olduğu kararlarında, ihtiyati haczin makul bir süreyi aşması halinde mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna varmaktadır ve genel olarak başvurucuya düşük miktarda tazminat ödenmesine karar vermektedir.

4.3. Yargılamanın Uzun Sürmesi Halinde Mülkiyet Hakkının İhlali

Ülkemizde yargılamalar uzun sürmektedir. Bunun pek çok sebebi bulunmaktadır. Örneğin; sürekli olarak hakimlerin yerlerinin değişmesi, yeni tayin olan hakimlerin dosyada en fazla 2 duruşma yaptıktan sonra tayinlerinin çıkması, tarafların süreçleri uzatmak amacı ile gereksiz usûli işlemler yapmaları gibi birçok sebep sayılabilmektedir. Emsal Anayasa mahkemesi kararları gereğince, uzun süren yargılamalar da mülkiyet hakkında ihlal teşkil etmektedir.

Emsal kararda, başvurucuların taşınmazına ihtiyati haciz konulduğunu, ihtiyati haciz kararı üzerinden 7 yıl geçmiş olduğu halde karar verilmediği, ihtiyati haczin tedbirden çok cezaya dönüştüğünü, mülkiyetlerinde olan taşınmazda tasarrufta bulunamadıklarını belirterek mülkiyet haklarının ihlal ettiklerini belirtmişlerdir. Anayasa Mahkemesi tarafından, mülkiyet hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddianın kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi gerektiğini belirtmiştir . Benzer başka bir olayda ise yargılama sürecinin 18 yıldan fazla sürdüğü kayıt altına alınmıştır . Anayasa Mahkemesi’ne mülkiyet hakkının ihlali için yapılan başvuruların çoğunluğu, uzun süren yargılamalardan yakınılmaktadır.

4.4. İİK m.278 gereğince İvazsız Sayılan Tasarruflar

Kanunun 278. Maddesinde mutat hediyeler hariç olmak üzere borçlu tarafından yapılan bütün bağışlamaların ve ivazsız tasarrufların batıl olduğu kabul edilmiştir. Borçlunun mülkiyetinde olan ve üzerinde tasarruf etme hakkı bulunan bir malı, mülkiyet hakkının vermiş olduğu yetki ile malı üçüncü kişiye bağışlama yapmak sureti ile tasarrufta bulunabilmektedir. Borçludan hediye alan veya bağışlamayı kabul eden kişinin borçlunun ekonomik durumunu bilmesi her zaman söz konusu olmamakla birlikte, hayatın olağan akışında bu kişilerin bağışlamayı yapan veya hediyeyi veren borçlunun ekonomik durumunu umursamadığı da aşikardır.

Kanun maddesinde her ne kadar 2 yıllık bir süre öngörülmüş ise de bu süre, Türkiye’nin ekonomik şartlarını düşündüğümüzde çok uzun bir süre olarak kabul edilebilecektir. Ülkemizin ekonomik durumunun anlık olarak değişmesi, döviz kurlarındaki dalgalanmalar, dünyada meydana gelen salgın hastalık ve diğer birçok sebepten dolayı özellikle basiretli kabul ettiğimiz tacirlerin bile 1 ay sonrasını öngörememeleri gayet normal karşılanması gerekmektedir. Örneğin; ekonomik durumu iyi olduğu dönemde anne veya babasına konut niteliğinde taşınmaz bağışında bulunan kişinin, salgın hastalık nedeni ile sokağa çıkma yasaklarından sonra işletmesini kapatmak zorunda kalması ve ticari hayatının sona ermesi nedeni ile yapmış olduğu bu tasarrufun İİK m.278 kapsamında iptale tabi olması, kendisi lehine bağışlamada bulunulan anne ve babasının mülkiyet hakkına saldırı niteliğinde olacağı gibi ülkemiz koşullarında sosyal adalete de aykırı olacaktır. Ülkemizin yöneticilerinin bile öngöremediği ekonomik olağanüstü koşulları kişilerden beklemek, her ne kadar kanuni olsa da adalete aykırı olacak ve zalimlik olacaktır.
Kanunun 278. Maddesinin üçüncü fıkrasında belirtilen bir diğer iptal şartı ise, borçlunun neseben üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısımları ile yaptığı ivazlı tasarrufların bağışlama gibi kabul edileceği düzenlenmiştir. Bağışlama olarak kabul edilen bu tasarruflar 2004 sayılı Kanun’un 278. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında belirtildiği şekilde haciz, aciz veya iflas hâlinde, haczin veya aciz vesikası verilmesinin sebebi olan veya iflas masasına kabul olunan alacaklardan en eskisinin tesis edilmiş olduğu tarihe kadar geriye doğru olan süreçte ve haciz, aciz veya iflastan önceki iki sene içinde yapılmış olması hâlinde iptal edilebilecektir .
Mülkiyet hakkına müdahale teşkil eden itiraz konusu kuralda; neseben üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısımlar arasında yapılan ivazlı tasarrufların başka hiçbir koşula bağlı bulunmaksızın bağışlama gibi olduğu, aksinin iddiası ve ispatı mümkün olmayan bir olgu olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan tasarruf konusu malın değerinin tam olarak veya fazlasıyla ödenmiş olması, tasarruf işleminin borçlunun alacaklılarının da menfaatine bulunması, alacaklıların tasarruf işlemi dolayısıyla zarar görmemesi, alacaklıların alacağı tahsil ve cebri icra imkânlarının zorlaştırılmamış hatta kolaylaştırılmış olması sonucu değiştirmeyecektir. Neseben üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısımlar arasında gerçekleşen ivazlı tasarruflara kesin olarak bağışlama sonucunu bağlayan itiraz konu düzenleme, taraflara belirtilen hususlarda iddia ve savunmada bulunma, bu hususların ispatı yönünden delil, bilgi ve belge sunma imkânı vermemektedir. Bu yönüyle mülkiyet hakkına yapılan müdahale ile ulaşılmak istenen amaç arasında gözetilmesi gereken makul dengeyi malik aleyhine bozan düzenlemenin ulaşılmak istenen amaç ile orantılı olduğu söylenemez.

Maddenin bu hükmü gereğince, maddede sayılan akrabalar arasında mülkiyet hakkı ve sözleşme özgürlüğü kısıtlanmaktadır.

Maddede belirtilen ve uygulamada en çok sorun teşkil eden iptal şartı ise, tasarrufun yapıldığı sırada malın gerçek değerinden daha aşağı bir bedel ile yapılan tasarruflardır. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre malın tasarruf bedeli ile serbest piyasa rayicine göre bir misli veya daha fazla fark bulunması halinde edimler arasında fahiş farkın bulunduğu kabul edilmektedir.

Henüz tasarrufa konu mal üzerindeki hakları kısıtlanmayan borçlunun, mülkiyetinde bulunan malvarlığı hakkında dilediği bedel ile tasarrufta bulunma olanağı bulunmaktadır. Tasarruf aşamasında kanun tarafından engellenmeyen bu durumun, mülkiyetin üçüncü kişiye geçtikten sonra mülkiyet hakkında saldırı olarak sayılabilecek şekilde tasarrufun alacaklı lehine iptal edilmesi, adalete aykırılık teşkil ettiği gibi toplum düzenini de bozmaktadır. Ekonomik dengesizliğin ve belirsizliğin son dönemde daha da belirgin olduğu ülkemizde, özellikle araçların fiyatlarının 1 ay içinde iki katına çıkması öngörülemeyecek bir durum olup borçlu tarafından satılan uygun fiyatlı aracın hemen satın alınacağı aşikardır. Borçlu tarafından yapılan böyle bir tasarruf işleminin iptal edilmesi, malik olan üçüncü kişinin mülkiyet hakkına saldırı olmaktadır.

4.5. İİK m.279 gereğince Acizden Dolayı Butlan

Kanunun 279. Maddesinde, aciz halinde olan borçlunun yapmış olduğu tasarrufların iptali şartları düzenlediğini belirtmiştik. Kanun maddesinde her ne kadar 1 yıllık bir süre öngörülmüş ise de yukarıda da belirtmiş olduğumuz üzere bu süre, Türkiye’nin ekonomik şartlarını düşündüğümüzde çok uzun bir süre olarak kabul edilebilecektir.

Madde kapsamında, borçlunun teminat göstermeyi evvelce taahhüt etmiş olduğu haller müstesna olmak üzere borçlu tarafından mevcut bir borcu temin için yapılan rehinlerin iptale tabi olacağı belirtilmiştir. Bu şart, bazı durumlarda ticari hayata uymamaktadır. Özellikle vadeli olarak mal alan kişilerin, satıcıya karşı güvence vermesi gerekebilmektedir. Böyle bir durumda, mevcut borcu özellikle taşınmaz rehni ile teminatlandırarak teminat miktarı kadar vadeli mal almaya devam etmektedirler. Sürekli olarak zam haberleri ile uyandığımı ülkemizde, emtia fiyatlarının da her gün değiştiği aşikardır. Satıcıların, satmış oldukları emtiaların paralarını tahsil edemeyeceği endişesi ile ya nakit satışı yapmaktadırlar veya rehin mukabilinde vadeli mal satışı yapmaktadırlar. Böyle bir durumda, emtiayı satın almak zorunda olan kişiler, mevcutta bulunan borçları ile birlikte doğacak borçlarına karşılık teminat göstermek durumunda kalmaktadırlar. Bu madde kapsamında, verilen rehinlerin iptal ile karşı karşıya kalmaları, ticari hayatın dengesini bozmakta olup borçlunun da aşırı derecede aleyhine olmaktadır. Rehnin iptal edileceği riskini bilen satıcılar, nakit satış dışında mal satışı yapmamaktadır.

Borçlu tarafından, para veya mutat ödeme vasıtalarından gayrı bir suretle yapılan ödemelerin iptale tâbi olduğu belirtilmiştir. Doktrin ve bazı Yargıtay kararlarında belirtildiği üzere, borçlu tarafından borcuna karşılık olmak üzere taşınmazını veya otomobilini vermesi mutat ödeme vasıtası olarak sayılmamıştır. Oysa ki bu durum, ticari hayatın olağan akışına aykırılık teşkil etmektedir. Ticari hayat gereğince taraflar arasında borcun ödenmesi için her türlü mal alışverişi ve takası yapılabilmektedir. Özellikle tacirlerin ana amacı, alacaklarını tahsil etmek olduğundan dolayı nakit bedel yerine borçlunun taşınmazı, otomobili, makinesini, emtiasını kabul etmek zorunda kalmaktadırlar. Böyle bir tasarrufun iptali tabi olması, taraflar arasındaki ticareti etkileyeceği gibi sözleşme özgürlüğüne ve mülkiyet hakkına da aykırılık teşkil edecektir.

4.6. İİK m.280 gereğince Alacaklılara Zarar Verme Kastından Dolayı İptal

Kanunun 280. maddesinin, tasarrufun iptali davaları için genel bir hüküm getirmiş olduğunu belirtmiştik. Kanun maddesinde belirtildiği üzere buradaki en önemli kriter, borçlunun alacaklılara zarar verme kastının olmasıdır. Üçüncü kişi için ise borçlunun aciz halinde olduğunu bilip bilmeme durumuna göre değişiklik göstermektedir.

Özellikle madde kapsamında belirtilen 5 yıllık zamanaşımı süresi, tam anlamıyla sözleşme özgürlüğüne ve mülkiyet hakkında saldırı sayılabilecektir. Üçüncü kişilerin, borcu olan herhangi bir kişiden mal satın alması halinde 5 yıl boyunca diken üstünde kendisine karşı bu davanın açılacağını bekleyecektir. Sözleşme özgürlüğüne ve mülkiyet hakkının en önemli unsurlarından olan tasarrufta bulunma hakkına saldırı niteliğindeki bu maddenin hala yürürlükte olması, toplum düzenine bir saldırı niteliğindedir. Örneğin; borçlu tarafından ticari işletmenin tamamının satıldığını ve borçlunun borçlarını ödemek yerine satış bedeli olan paranın en lüks şekilde tatilde harcama yapıldığını varsayalım. Böyle bir durumda, işletmeyi satın alan kişi, büyük bir ihtimalle iptal davası ile karşı karşıya kalacaktır. İşletmeyi satın alan kişinin, borçlunun alacaklarına zarar verme kastını bilmesini beklemek, büyük bir zalimlik olacaktır.

5. Mülkiyet Hakkının Korunması

Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını önemli ölçüde güçleştiren, hakkı kullanılamaz hâle getiren veya ortadan kaldıran sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlükler, istisnai olarak ve ancak özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilir. Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun kısıtlamaların bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.

Anayasa’nın 35. maddesinde bir temel hak olarak güvence altına alınmış olan mülkiyet hakkının gerçekten ve etkili bir şekilde korunabilmesi yalnızca devletin müdahaleden kaçınmasına bağlı değildir. Anayasa’nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin mülkiyet hakkının korunmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri de bulunmaktadır. Bu pozitif yükümlülükler kimi durumlarda özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklar da dahil olmak üzere mülkiyet hakkının korunması için belirli tedbirlerin alınmasını gerektirmektedir.

Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmiştir. Buna göre hak arama özgürlüğünün en önemli iki öğesini oluşturan iddia ve savunma haklarını kısıtlayacak, bu hakların eksiksiz kullanımını engelleyecek ve adil yargılanmaya engel olacak yasa kurallarının Anayasa’nın 36. maddesine aykırılık oluşturacağı açıktır. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir.

Anayasa’nın birçok kararında da özellikle belirtildiği üzere, Anayasa’nın 5. ve 35. maddeleri uyarınca devletin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde yargı kararlarının uygulanması ve kişilerin alacaklarına kavuşması bakımından etkili bir icra sistemi kurma sorumluluğu bulunmaktadır. Özel kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda devletin mülkiyet hakkına ilişkin pozitif yükümlülükleri, karşılıklı hak ve menfaatler dengesine dayanmaktadır.

Devlet bu sistemi kurarken gerek alacaklının gerekse de borçlu ve diğer ilgili üçüncü kişilerin hak ve menfaatlerini gözetmek, kişilerin mülkiyet haklarının korunması için gerekli tedbirleri almak durumundadır. Buna göre bir yandan alacaklının mülkiyet hakkında bulunan alacağına kavuşması için etkin bir icra yolunun oluşturulması, diğer yandan da icradan etkilenen borçlu ve diğer ilgili kişilere, mülkiyet haklarına yapılan müdahalelerin keyfi veya hukuka aykırı olduğunu ileri sürebilmeleri için etkin biçimde itiraz edebilme olanağının tanınması gerekmektedir.

Anayasa mahkemesi tarafından kanun koyucunun, 2004 sayılı İcra ve İflas Kanun’u düzenleyerek bir yandan alacaklının alacağına geç olmadan ve parasının değerini kaybetmeden kavuşabilmesi için diğer yandan da borçlunun hak ve menfaatlerinin gözetildiği bir sistem kurmayı amaçladığını belirtmiş olsa da uygulamada bu hiç de böyle olmamaktadır. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanun’u, alacaklılar ve borçlular ve üçüncü kişilerin hak ve menfaatlerine büyük zararlar veren bir sistem haline dönüşmüştür.

Tasarrufun iptaline ilişkin olarak kanun tarafından konulan kurallara baktığımızda, hepsinin temelinde aciz halinde olan ve olacağı şüphesiz olan borçlunun yapmış olduğu tasarruflardan kaynaklanmaktadır. Eğer, aciz halinde olan borçlunun tasarruf hakkı belli kurallar kapsamına alınır ise, uygulama için büyük bir sorun çözülmüş olacaktır. Örneğin, borçlu tarafından taşınmazının satılmasına onay verilmeli ancak satış bedelinin alacaklılara verilmesine ilişkin bir sistem getirilmelidir. Aciz halinde olan borçlunun, lüks sayılabilecek tasarruflardan kaçınılması sağlanmalıdır.

Tasarrufun iptali davalarının büyük çoğunluğu taşınmaz satışlarından kaynaklanmaktadır. Sadece bu kısma yönelik çözüm getirilmesi bile uygulama ve adliyenin dava yükü için büyük rahatlık sağlayacaktır.

Özellikle, bu çalışmamızda değinmiş olduğumuz tasarrufun iptali hususlarına etkili bir çözüm oluşturulabilecek iken kanun koyucu tarafından çözümden kaçınılması, adaletsizliğin temelini oluşturmaktadır.

Alacak haklarının, 09.06.1932 tarihli 2004 sayılı İcra ve iflas Kanunu kapsamında korunmaya çalışılması, kanun koyucunun beceriksizliğinden ve siyasi beklentilerine uymamasından kaynaklanmaktadır. Yamalı bohçaya dönüşen kanuna yönelik olarak en son 24/11/2021 tarihinde 7343 sayılı kanun ile bazı değişiklikler getirilmiştir. Getirilen bu değişikliklere bakıldığında, uygulamadan ve adaletten uzak, tamamen bürokratik amaçlar ile getirildiği anlaşılmaktadır. Kanun koyucu tarafından, sistemin düzeltilmesi yerine daha da kötüleştirmesi de büyük yeteneklerini ortaya koymaktadır.
Ulusal Yargı Ağı Projesi kapsamında yapılan teknolojik hamleler güzel sonuçlar verse de özellikle alacakların tahsili konusunda alacaklılara engeller çıkarılmaktadır. Hukuk sistemimizin en zor aşaması, alacağı tahsil etmek aşamasıdır.

6. Sonuç

Demokratik toplum, hak arama özgürlüğünün tüm bireyler açısından en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir. Demokrasilerde devlete düşen görev; bireyin hak arama özgürlüğünü kullanabilme imkânına sahip olmasını sağlamak, bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Hak arama özgürlüğüne müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmaması gerekir.
Devletin mülkiyet haklarını korumaları gerekirken, bozuk yargı sistemi ve güncelliğini yitirmiş kanunlar ve mevzuatlar nedenleri ile uzun süren yargılamalar neticesinde, mülkiyet hakkına saldıran en büyük saldırgan durumuna düşmektedir.

Tasarrufun iptali davalarındaki amaç, borçlunun haciz ya da iflasından önce yaptığı ve aslında geçerli olan bazı tasarruflarının geçersiz ya da “iyiniyet kurallarına aykırılık” nedeniyle alacaklıya karşı sonuçsuz kalmasını ve dolayısıyla o mal üzerinden cebri icraya devamla alacağın tahsilini sağlamaktadır. İptal davası, alacaklıya alacağını tahsil olanağını sağlayan, nisbi nitelikte yasadan doğan bir dava olup; davaya konu malların aynî ile ilgili değildir.

Tasarrufun iptaline ilişkin olarak kanun tarafından konulan kurallara baktığımızda, hepsinin temelinde aciz halinde olan ve olacağı şüphesiz olan borçlunun yapmış olduğu tasarruflardan kaynaklanmaktadır. Eğer sorun buradan çözülmeye çalışır ise, hem alacaklılar alacak haklarını elde edebilecek, hem de üçüncü kişi durumunda olan maliklerin mülkiyet hakları ihlal edilmeyecektir.

Yargı sistemini, teknoloji ile bütünleştirebilirsek daha adil ve sistematik bir düzen meydana gelebilecektir. Bu konuda bütün hukuk mevzuatının değişmesi gerekse bile bunun yapılması gerektiğini düşünüyorum. Halen 1932 yılından kalma kanunlar ve bozuk sistemler ile alacaklıların alacak haklarını korumaya çalışmak, toplum düzenini bozmakta ve adaletsizliği arttırmaktadır.

Yasa koyucunun, siyasi baskı ve beklentilerden uzak bir şekilde daha adil bir hukuk sistemi ortaya koymak için partiler üstü bir çalışma başlatarak adalet sistemini değiştirmesi beklenilmektedir.

Marka ve Patent Vekili & Av. Bilal Gezer

Kaynakça

  • Akça, Kürşat. «Anayasa Mahkemesi Kararlarında Mülkiyet Hakkı.» Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, 2014.
  • Aral, Fahrettin; Ayrancı, Hasan. Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri.Ankara, 2015
  • Cars-Frisk, Monica. Mülkiyet Hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 No’lu Protokolünün 1. Maddesinin Uygulanmasına İlişkin Klavuz. tarih yok.
  • Erdönmez, Güray. Alacaklılara Zarar Verme Ksatıyla Yapılan Tasarrufların İptali. İstanbul, Mart 2019.
  • Gemalmaz, H.Burak. Mülkiyet Hakkı, Anayasa Mahkemesine Bireysel Başvuru El Kitapları Serisi 6. Ankara: Avrupa Konyesi, Nisan 2018.
  • Gümüş, Mustafa Alper. Borçlar Hukuku Özel Hükümler. İstanbul 2008
  • Güvener, Ali. İcra ve İflas Hukukunda Tasarrufun İptali Davaları. Ankara, 2012.
  • Kılıçoğlu, Ahmet M. Borçlar Hukuku Genel Hükümler. Ankara, 2020.
  • Uyar, Talih, Alper Uyar, ve Cüneyt Uyar. İcra ve İflas Hukukunda Tasarrufun İptali Davaları. Ankara, Ocak 2018.
  • Yılmaz, Ejder. Hukuk Sözlüğü. Ankara, 2005.
  • https://www.anayasa.gov.tr/tr/kararlar-bilgi-bankasi
  • https://dergipark.org.tr
  • https://kutuphane.maltepe.edu.tr
  • https://sinerjimevzuat.com.tr
  • https://sozluk.gov.tr
  • https://tez.yok.gov.tr

Platformunuzu seçin ve paylaşın.